Can sıkıntısı ve vicdan azabının yarattığı gereksiz bir stres, bir şeyler yapıyormuş gibi görünmeye çalışmanın anlamsız telaşıyla, bir iş günü daha bitiyordu. İyi bir sahne performansı sergileyerek, işçi ve işverenin birbirinden zaman ve para çalma yarışı olan mesaimi bitirmiştim. Artık sarsılış ve diriliş, silkelenip uyanma vaktiydi.
Güneş ufkun kızıl mezarlığına gömülürken, ofisten telaşla kaçışım sanki yeniden bir doğuşa doğruydu. Sevimli evimin kapısını açar açmaz, altından ırmaklar akan asma bahçeleri karşıladı beni. Öyle bir mutluluk… Balkondan baktığımda, karanlık gölgeleri öldürmeye başlamıştı bile, gece önüne ne gelirse örtüyordu.
Zoraki mesai,
Yorgunluğuma rağmen sevinçle ve çevik hareketlerle üzerimdekileri rastgele bir yerlere savuruyor, tatlı bir heyecanla evin içinde koşturuyordum. En sonunda yarı çıplak bir şekilde evimin en keyifli köşesine ulaştım. İçinde kaybolduğum deri koltuğun bir düğmesine dokunmam, onu yumuşak tek kişilik bir yatağa dönüştürüvermişti. Ben de kendimi keyif girdabına bırakıverdim.
En sevdiğim pozisyonu alıp ayaklarımı uzattım, dev ekranı açtım ve kendi içine gömülmüş miskin bir kedi gibi zevkle kanal kanal dolaşmaya başladım. Bir kanalda adrenalin, kan ve heyecan bir kanalda gırgır, şamata, komedi diğerinde dram, acı, gözyaşı, beynim yoğun bir hazla uyuşuyordu. Buzlu meyve suyu ve yanında atıştırdığım çerez de Allah’ın bir armağanıydı sanki.
Evde tek başına,
Çok yorgundum ve uykunun cazibesi içine çekmeye başlamıştı ama o anki huzuru ve muzuru da bırakmak istemiyordum. Bir yanım uyumaya başlamıştı bile. Uyanık kalmak için verdiğim mücadele bitmek üzereydi ve aniden dalı vermişim uykunun derin kuytusuna.
Sonra birden sebepsiz yere gözlerim araba farı gibi açıldı. Koltukta doğruldum ve karşı duvardaki sallanan saate baktım, saat üçü iki geçiyordu sadece bir iki dakika uyumuştum. Buna rağmen bütün gece uyumuş gibi dinç hissediyordum. Bana bu zindeliği veren de neydi? Bir tuhaflık, bulanıklık ve içime düşen sıkıntıyla beklemeye başladım. Televizyon kendi kendine takılıyordu, duvarlar sessiz, gri ve dümdüzdü peki saat neden sallanıyordu?
Uyku girdabında,
Önce uyku kayığına dokunan çok minik bir dalga, kundağı hafifçe sallar gibi, meşe yaprağı suya düşerde belli belirsiz sallar ya gölü, aynen öyle bir dalga dokundu bana. Yer ayağımın altından kayar gibi oluyor, midem bulanıyor, gözlerim kararıyordu. Tuhaf şeyler oluyordu kanım dondu, dişlerim kenetlenmiş, vücudum kaskatı kesilmişti, neler olduğunu soruyordum kendime. Düşünürken bile sesim titriyordu.
Sonra sanki oda kendi etrafında dönmeye başladı sağ, sol, alt, üst hiçbiri yoktu artık… Sallantı arttıkça artıyor, kitaplar, kumanda, şişeler, meyveler bir tavana bir yere çarpıyordu. Sonra üçboyutlu bir çalkantı başladı. Duvardan duvara çarpılıyordum, bir tokat bir şamar bir yumruk; inanılmaz bir güç beni odanın her yanına savurup duruyordu. Yüzümün odanın en uç köşelerine bile değdiğini hissettim.
Gerçek rüya,
Her yandan kırılma, çarpma, dağılma ve çatlama sesleri geliyordu. İçinde ıvır zıvır bir sürü şeyin olduğu dolabım devrilmiş, her şey her yere dağılmıştı. Sanki yerçekimi kalmamış bir uçuyor bir de yerin dibine kadar sıkıştırılıyordum.
Sarsıntı şiddeti arttıkça arttı, hiç bitmeyecek korkular ve acılar içinde sallanıp, duvardan duvara çarpılıyordum. Ve o sesler sarsıntının en korkunç yanı; derinlerden gelen o korkunç homurtu, sağır eden tıkırtılar ve o titreşimli bir çığlık….
Sanki dışarıda duvarları yıkmak isteyen bir dev vardı ve korkunç bağırtılarıyla her seferinde daha şiddetli yumrukluyordu… Betonun demirden çığlık, çığlığa, gıcır gıcır sıyrılış seslerini duyuyordum.
Sonra televizyonun arkasındaki duvar önce çatlayıp, sonra orta yerinden yarılmaya başladı. Yıldızları görebiliyordum. Gök sallanıyor, yer sallanıyor, ayaklarım kafamda, kafam midemdeydi sanki öyle bir çalkantı… Korkudan gözlerim fal taşı gibi açılmış, dilim tutulmuştu. Tüm gücümü sarf etsem de parmağımı dahi oynatamadan ölümü bekliyordum.
Darbeli sarsılış,
Toz duman… Üstüme beton, demir, cam, çerçeve düşüyor, paramparça… Tepemde tonlarca enkazla yerin dibine doğru gömülüyordum. Sanki ciğerimden parçalar sökülüp de gırtlağımdan çıkarılıyormuş gibi ölümü tadıyordum. Neyse ki ölüye buraların acısı, korkusu dokunamazdı, gidip de görenin görüp de dönenin olmadığı diyarda gizemli bir huzur vardı.
Sonra acılar içinde uyandım! Bir gözüm zorla açıldı. Tek gözümle bedenime ve etrafa bakıyordum. Ağzımda kan tadı… Bizim bahçenin çimenlerine yüz üstü uzanmıştım. Her yerime batan taşlar gibi kaskatıydım. Bedenimi hissetmiyordum sanki doğal bir anesteziydi bu.
Kabus mu iyi gerçek mi iyi?
Karanlık bir tepe gibi duran kolumun arkasında gördüğüm, evimizin enkazıydı ve duyduğum iç acıtan sesler… Sesler geliyordu; çığlık çığlığa bağıran, ağlayan, inleyen, feryat figan, analar, babalar, çocuklar, ambulans sesleri…
Sarsılış ve Diriliş;
Binlerce acılı insan sesi beynimde dönüyor, aklım bulanık, midem çorba olmuştu, kustum ve sonra bayılmışım.
Yaşadığım 17 ağustos 1999 depremiydi. Koltukta uyurken, sarsıntının şiddetiyle patlayan camdan bizim bahçeye fırlamışım. Aylar sonra yürümeye başladım ama sarsılış ve diriliş izleri hala duruyor…
Semih BULGUR